‘Dışarıdan bakma’
‘Bundan sonraki ağımız’
‘3. Havalimanına dışarıdan bakma’
‘Orada kimlerle, hangi gruplarla tanıştığım’
‘İşte bizde de aynısı’, ‘bu durum bizde biraz farklı’
‘Cezasızlık, kararlılık; korkuyla ama hayattan zevk alarak devam etme’
‘Akrostiş bile olmadı ama işte bunlar yazı yazmaya başladığımda aldığım ilk notların alt alta hali’
Aslında KOSçu’lar olarak, bilinçaltımızda yüzümüz markanın önüne geçmesini istemediğimizden midir nedir; hikayelerimizi kişisel bir yerlerden pek anlatmıyoruz. Lakin konferans sırasında paylaştığımız fotoğraflarda da eş dostun dediğine göre yüzceğizim epey ifşa olmuş. Beyazlarım fotolardan tel tel sayılmış.
Ben de azcık utandım, ama fırsat bu fırsat, 'aslında bu hesapların arkasında insancıklar var çocuklar' demek de istedim. Yetmedi bir de, biraz garipçenek (weirdo) olsa da Oxford’da gerçekleşen ‘Orman Savunucuları Konferansı' ile ilgili sizin için kendimle röportaj yaptım. Yoksa, 1500 kelimenin birleştiği beş satırlık cümleleri, 5 yılda yazmaya bayılırım. Ama gözlemleri paylaşmak bu şekilde çok daha kolay oldu. Size de tavsiye ederim. Hepimiz arada kendimize küçük, tatlı sorular soralım.
Öncelikle bu konferanstan nasıl haberdar oldun, nasıl bir araya geldiniz?
Hikayenin, Kamboçyalı aktivist Chut Whutty'nin orman savunuculuğu mücadelesini ve bu süreçte öldürülmesini anlatan bir belgeselin Kamboçya’da sansürlenmesine kadar giden bir yolu var. Sansürlenmesiyle birlikte hem Kamboçya’da, hem dünyada çok daha fazla duyuluyor, hepsinde de çok ses getiriyor. Canım 'Documentarist Belgesel Film Günleri' de o yıl, en zamanlama manidarından ’Sansürlenen Belgeseller' bölümü hazırlamıştı. ‘Ben Chut Whutty’ (I am Chut Whutty) filmi de bu ‘Sansürlenen Belgeseller' bölümünde gösteriliyordu. Bu sırada yine Documentarist’in yönetmenleri arkadaşlarımla, filmin gösterimini KOS’la birlikte bir etkinlik olarak düşündük ve yaptık. Bu gösterimde de hem grupcanak, hem bireysel olarak, filmin yapımcısı Virginie Cromie ile birebir tanıştık; önce facebookta, sonra hayatta arkadaş olduk. Festivalden birkaç ay sonra ise yine aynı filmi Kos Mekan’da göstermek için kendisiyle yazıştık. Bu sırada da Skype üzerinden de (ağladı dijital güvenlik) filmin yönetmeni Fran Lambrick ile birebir tanışıp; KOS’tan, güzel- çirkin İstanbul’dan, Kamboçya’daki hayatından filan bahsettik. Sonra onunla da önce facebookta, sonra hayatta arkadaş olduk. Birkaç ay sonra da kendisi bizi KOS olarak, Kamboçya merkezli dernekleri Not1More olarak düzenledikleri ‘Yaşam Savunucuları’ konferansına katılmaya davet etti. Yazışmalar, yazışmalar derken başlangıç karesine geri dönersek, aslında bizleri sansür buluşturmuş oldu.
Hangi ülkelerden katılımcılar vardı? Konferansın tam olarak içeriği neydi?
Konferansın genel olarak içeriği orman savunucularının sahada ve dijital olarak yaşadığı güvenlik sorunlarıydı.
Guinea- Bissau, Honduras, Brezilya, Kamboçya, İngiltere, Avusturya ve benzeri birçok ülkeden, yerel örgütlerden aktivistler vardı. Konferansın ilk gününde, sabah bölümünün ilk kısmı daha çok bu ülkelerden kişilerin deneyimleri, yakınlarını kaybetmiş, ülkesini terketmek zorunda kalmış kişilerin mesajları, duygusal olarak da oldukça yüksek mektupları aktarılmaya ayrılmıştı. Zaten konferansı düzenleyen arkadaşların çoğunluğu da bu kişiler tehditle karşılaştıklarında gerekli bağlantıları bulmasını sağlamaya çalışan insanlardı.
Yine ilk günün sabah bölümünün, ikinci kısmı ise daha çok ve dünya çapında çalışan sivil toplum örgütü temsilcilerinin konuşmalarına ayrılmıştı. Orman savunucularının güvenliği üzerine çeşitli sistemler geliştiren, dava süreçlerini takip eden, dünya çapında çevre mücadelelerinde insan kayıplarını raporlayan sivil toplum kuruluşlarından, gazetecilerden oluşuyordu. Araştırmak isteyenler ve ve daha da detayını merak edenler ‘Orman Savunucuları Konferansı’ (Forest Defenders Conference) linkine göz atabilir.
İlk günün öğleden sonra kısmı ise yuvarlak masalar toplantısı şeklindeydi. İnanır mısınız, benim bulunduğum yuvarlak masanın örgütü KOS’tu. Kendisini, daha önce KOS'u hiç bilmeyen bir sürü güzel insanla ve yine dış bir gözle swat analizi yöntemi kullanarak çekiştirdik. Hep baktık; gücü, zayıflığı, tehditleri, fırsatları neymiş.
İkinci gün ise tüm gün dijital güvenlik atölyesiydi. Tüm katılımcılar olarak hepimiz sınıftan aydınlanarak çıktık. Ama sonrasında fotoğrafları yine 'google drive’dan ilettik. Batsın bu dünya, yaşasın ‘Tactical Technology Collective’. İnanılmaz iyiler. Bilhare kapalı kapılar ardından öğrendiklerimi aktaracağım, KOS'un sosyal medya hesaplarını takipleyin...
Konferans yolunda aklınıza neler geldi?
Peki siz bu soruyu neden soruyorsun, aklınızdaki bir şeyleri söyletmek için yol mu yapıyorsun?
Evet.
O zaman tamam. Kos içinde 'bağzı’ grup içi konuşmalarımızda, (tabi zaman zaman aylarca foruma gelmememi kapamak, süslemek için de olabilir) “bazen içinde kaldıkça göremiyoruz çocuklar, ama dışarda da bunlar gözükmüyor; facebook algoritması izin vermezse duyulmuyor; şöyle de böyle” diye sayıkladığım oluyordu. Burada az ciddileşeceğim, gerçekten bir adım yakın, bir adım geri bakmanın mantığına aşırı inanıyorum.
Uçakta giderkenden de başlayarak yine içime aynı fikirler düştü. Konferansa giderken uçakta; 3. Havalimanı’ndan geçtik. Kendisini daha önce hiç bu kadar net, dünya üzerinde leke ve bir yandan da küçük bir iz olarak görmemiştim. Konferans da, KOS olarak ilgilendiğimiz konuları tam bu şekilde sembolik ve fiziksel olarak (dev bir klişe yükseliyor) büyük resimde gösterdi.
Başka?
Bir de güvenlik odaklı konferansa giderken hissettiğim güvenlikle ilgili tüm hisler, düşünceler bence durumunda özünü oldukça yansıtıyor. Yola çıkana kadar, en azından KOS kapsamında verdiğim hiçbir fotoğrafın sonrasını düşündüğümü hatırlamıyorum. Eylemleri canlarla birlikte yaşayınca garip bir adrenaline dönüşerek zevk mi veriyordu diye düşünüyorum. Vize sürecinde güvenliğin kafası daha bir geldi. Başvuruda oraya ne için gittiğim konusunda İngiltere’ye verdiğim cevaba daha az tedirgin olurken, Türkiye’den çıkışta sınırda bir şey olacak mı, lobicilikcilik denip önüme çıkar mı acaba diye kafamda döndürürken buldum. Çünkü, bilinçaltından bunu hissettirecek çok fazla saçma olayla uğraşıyoruz. Arkadaşlarımızın, siyaseten bizi temsil eden insanların hapsine hiçbirşey yapamıyoruz hissiyle kaplıyız. Bir de o ara yeni işe başvurmuştum. Konferans katılımımı açıklarken bile acaba onlar ne görüştelerdir sorusu vardı. İşte bunlar hep gezi zamanı duyduğumuz bir tweeti hatırlatıyor “o kadar haklıyız ki, aklımı oynatacağım haklılıktan”.
Sonuç olarak, tam da bu yüzden odak noktası güvenlik olan bir konferansa gitmek aşırı bir doğruydu. Konferans sırasında çekilen fotoğrafının yayınlanmamasını isteyen koca salonda iki kişi vardı. Ama bu, kafama küçük elektrik çaktıran otokontrol bir şekilde dikkate alınması ve ilk görüldüğü yerde temizlenmesi gereken küçük sinyaller verdi. Sonraki günlerde, katılımcılar arasından; hayatı meydan okumaya, korksa dahi her anından keyif almaya dönmüş muhteşem eğlenceli ve duygulu insanlarla tanıştım. (Kiss kiss Claudelice Santos, Laura Caceres ve ismini veremeyeceğim bir sürü insan) KOS’tan Onur Akgül arkadaşımın da kitap gibi söylediği gibi “Dünyada’da aslında ne kadar büyük tehdit varsa, görünürlük ve aslında bunun yarattığı meşrutiyet o kadar panzehir haline geliyor.”
Konferanstan az daha bahsedip, güvenlik konusunu öyle tekrar açıklamak gerek.
Aynen. Çünkü yine karşılaştırmalı olarak ülkelerin yüzleştiği tehditlerini algılanması için konferans güzel bir fırsattı. Örneğin, en temel gözlemim çoğu ülkede kırsal alanda tekil tehdit daha yüksek. Bizde bir yandan Karadeniz’deki kırsal direnişler de daha toplu ve çok güçlü bir tepki.
KOS olaraksa metropol şehirlerin kimi zaman 'gitmesek de görmesek de' ormanını savunuyoruz. Köylerle iletişimimizin boyutu, her zaman somut olarak önümüzde duran bir konu. Buna ayrı emek harcıyoruz. Aşırı meşru talebimizi farklı göstermek için etkileyen faktörleri bertaraf etmek ayrı bir güç gerektiriyor. Görünen resmin önünde durup, görünmez duvarları aşmak; iktidar sahiplerinin gerçek amacını ve kendimizi sürekli açıklamak gerekiyor. Ve aşırı güçlüyüz, çokuz.
Brezilya’da, Honduras’ta yaşananlar ise daha Alakır’da yaşayan arkadaşlarımızın yaşadıkları tehditlere daha yakın. Ali ve Aysın’ın verdiği mücadele Brezilya’yı, Honduras’ı anlamayı daha kolaylaştırıyor. En azından benim tanıştığım yakınını kaybetmiş veya cezaevine girip çıkmış arkadaşlar örneklemimi bu şekilde oluşturdu.
Türkiyeli’ler biraz kara mizaha sahipler değil mi, diye soran Alman gazeteci arkadaş; neden öyle sordu?
Şimdi ben, bu sene Türkiye’deki bombaları, ‘Hugo tren rayında mayınları geçiyormuşuz gibiydi’ tadında anlatırken, işte o gazeteci arkadaş 'neden kara mizah?' dedi. Dedim, hacı anca böyle devam ediliyor. Sonra Global Witness’dan (Küresel Tanıklık) bir arkadaşın, geçtiğimiz yıl öldürülen aktivist Berta Caceres’in de The Goldman Environmental Prize’ı (çevre katliamlarına karşı kahramanca duranlara verilen bir ödül) aldığını anlatıyordu. Sonra başka aynı ödülü alan orman savunucularının da öldürüldüğünü filan bahsedince; ‘dedim artık ödül vermeseniz mi acep?’ Sonra arkadaş da öyle sordu. Kim bilir, Gezi’yi filan da hatırladı herhal.
Arkadaşlarını ağırlar gibi mi ağırladılar?
Ne zorlama soru ayol. Ama sorduğun buysa, işte şey oldu, sonra biz on tane aktivist olaraktan İskoçya’ya götürüldük. Ama yeminnen sabah akşam konferansı nasıl geliştirebiliriz; burada oluşan irade nasıl devamlılık sağlar; gelecek yıl Kamboçya’da hep beraber tekrar buluşabilir miyiz; tehdit anlarında kurduğumuz ağı nasıl işler hale getiririz; konferansı nasıl hep birlikte etkili raporlarız’ı, hep böyle bunları konuştuk.
Sonuç olarak, sana en çarpıcı gelen ne oldu?
Nereye gidersen git, bu İzmir de olabilir, İngiltere de; memleket dediğin yerden dışarı ilk adımda kendi şehrini, ülkeni karşılaştırmaya başlıyorsun. Ben de elbetteki her saniyesinde çok şeyi karşılaştırdım. Bir defa yakınlarını kaybeden arkadaşları dinlediğimde ilk fark bizim bir metropol kent içinde ekoloji mücadelesi olarka ölüm tehditleriyle uğraşmamamızdı. Ve çok güçlüydük.
Gitmeden orman savunuculuğu mücadelesinde kaybettiklerimizi anması yapacağımıza dair önden yazışmıştık. Bu yazışma dönerken de kendime neyi hatırlıyorum, hangi kaybı hatırlıyorum diye sordum. Türkiye’deki kayıpları anlatınız dendiğinde, nereden başlanır? Doğu illerini düşününce hangi matematik, hangi isimler kalırdı geriye.
Unutmak, hatırlamak diyince kafamda pek karışıyor. Geçmiş 5-6 seneyi; son delilik 2-3 seneyi düşünce; ayrı ayrı kesitlerde ne kalmıştı? Tortular neydi, kalanların esansı, genel bıraktığı koku neydi?
Listelemeye, sayıları hatırlamaya kalktığımda önce ilk İstiklal caddesi internet sansürü eylemi, Gezi’nin ilk gün müdahelesi, 2013 Onur Yürüyüşü, Suruç’un sarsıntısında ve bodrumların seslerinde takıldım. Hangi başlık tüm bunlara aynı anda sarılır; anca ‘Yaşamı Savunmak’.
Bu sırada bombaların sayısı hala karışıveriyor. ‘Biz de, çevre mücadelesinde bu kadar kişi kaybettik’ gibi ayrımlara varmak en zorlarındandı. İstatistik tutarken, kesiti zaman, konusu nasıl ayırabiliriz? Forumlarda kimi zaman ağaç mı, insan mı diye düşünme refleksinden geçerek ‘ama hepsi yaşamı savunmak’a varana kadar ne yolları dönüp de varış noktasına ulaşıp duruyorduk. Güvenlik endişesi gibi, “Ekoloji mücadelesi, Türkiye şartlarında lüks müdür?” otokontrolünü de hemen ilk gördüğü yerde temizlemeli.
İşte böyle canlar. Bir sansür nelere kadir oldu, karbon ayak izimize değdi.